... dedi ki, benim adım huzur!

Onu “Az çok” hepimiz tanırız. Bazılarımız daha yakından, daha sıcak, bazılarımızda daha uzak ve daha soğuk buluruz. Oysa o her şeye rağmen bizlere/sizlere kendimizi iyi hissettirmek için hep vardır. O olmasa hayatımız zihin-ego ve nefs üçlü imparatorunun zulmü altında esaret ve azap içinde dayanılmaz acılarla geçecektir. Ben bu gün onunla daha yakından adeta yüz yüze görüşüp, tanıştım. Meğer onu bende tam olarak tanımıyormuşum. Biraz senli benli hasbihal ettik. Adı Huzurmuş…Yani Hû…Zuhur… un biraz kısaltılmışı “Huzur”. Ben nedense (!) böyle telaffuz ettim. Zira kendisi tamda bu anlamı ifade ediyordu.
Yorucu birazda yıpratıcı bir eğitimin ardından, bilindik uğurlama seremonisinden sonra her zaman yaptığım gibi fakirhanemdeki köşemde rabbime şükredip, secde ettim. Nedenini bilmediğim bir şekilde şükür listem bu sefer çok uzundu. Şükürler olsun…. Öncelikle Elli yedi yıl önce tam da bu günlere denk gelen bir AN da bu dünyaya gözlerimi açtığımda ne kadar aciz, güçsüz, çaresiz, muhtaç ve yetersiz olduğumu düşünüp, beni nimetleri ile rızıklandıran, adandığım AŞKININ tüm hüvelerini cömertçe kalbime yükleyen sonsuz kerem sahibi rabbime tüm hücrelerimle hamd ettim. Sonra üzerimde hakları olan önce anne-babam olmak üzere bana beni tanıtıp öğretenlere, herkese teşekkür edip, ruhlarına dualar ettim. Tam sağ elimi timüs yuvasına vurarak Hû…. diyordum ki o nu karşımda buldum. Aman Allah’ım bu ne güzellik, bu he zarafet… Onu ilk hissedişimde zihnim ve nefsim kendi hükümlerince dünyalık bir şeye benzetip, beni aldatarak bir huri olabileceğine ikna etmeye yeltendiler. Böyle bir ruh hali ile ona dedim ki.
– Ey ruhumun aşkı benim tüm varlığıma hükmettin ama seni tam olarak bilmiyorum kimsin? Diye sorunca…
Edebinden, mahcubiyetinden, nezaket ve zarafetinden gözlerini gözlerimden sakınarak
– Benim adım Huzur dedi. Ama beni dünya ölçüleri ile bir “Şey” e benzetme sakın diye de uyardı.
– Ya hû dedim, sanki sen benim azap çeken ruhumun ilacısın, neden her daim benimle değilsin? … Bir müddet sustu… sonra…,
– Onu vicdanına sor, vicdanın azap çektiği bir sinede ben olamam. Senin sahiplerin (ego,nefs ve zihin) beni senden uzak tutmak için ellerinden geleni yapıyorlar dedi. Bu sefer ben çok utandım….O ise kendisine çok uymasa da “celal” makamından devam etti.
– Biz, HAKKIN nuru feyzinden halk edip, rahman ve rahim katından sizlere sunduğu beşkardeşiz. En küçüğümüz KOŞULSUZ/ŞARTSIZ SEVGİ, ondan sonrası HOŞGÖRÜ/TEVAZU, üçüncüsü MERHAMET, dördüncüsü VİCDAN ve sonrada ben geliyorum. Diğer kardeşlerim olmadan ben olamıyorum. Rabbin hikmeti ile biz bir birimize bağlıyız, Diğer dört kardeşim varsa son olarak bende gelirim. İşte bu yüzden seninle olmam için öncelikle diğer dördünü de kabul edip, hayatına alman gerekir. Onları tüm varlığınla özümseyip, benimsemen ve hakkı, hakikati ile yaşaman gerek. Oysa sen maalesef bütün bunlardan bihabersin.( Zihin, ego ve nefs imparatorluğunu kastederek) sahiplerinin emrince, onların işine geldiği gibi davranıyorsun. Çoğu zaman hiçbirimizi gözün görmüyor. “BEN” diyor da başka bir şey demiyorsun. Sana emek ve değer verenleri, hatta nefes ve rızık vereni bile unutuyor, hepsini bir kalemde silebiliyor o burnu büyük nefsinin emrine uyarak nankörlük ediyorsun.
Bu son kelime “Nankör” nefsime ve egoma çok ağır gelmişti. Zihnimin de provokasyonu ile biraz önce cemaline doyamadığım o tarifsiz güzellik bir anda çirkinleşmiş, hatta gözüme düşman gözükmüştü. Ama bu yaşıma kadar hiç yaşamadığım bu güzelliği kaybetmemek için dişimi sıkıp, sesimi çıkarmadım. Sonra , “kutsal kalbim” düşün dedi… Biraz düşün…. Düşününce şöyle geriye doğru gittiğimde….
Hatırladığım birçok şey, gerçekten vicdanımı yeniden acıttı… Her ne kadar dillendirmeseler de kapıma gelip de “medet” diyen canlara duyarsızlığımı, onlara yaşattığım hayal kırıklığını hatırladım. Bana emek ve değer veren birçok cana hak ettikleri değeri ve önemi veremediğimi buldum. En son olarak ta aracımla bir ışıkta durduğumda, küçük, esmer birazda kirli bir elin yarı açık camdan içeri uzanarak sönük gözleri ile yalvarırcasına baktığını hatırladım. Nefsime uyup, kibre kapılıp, öfkeye yenik düştüğüm birçok hadise kalbime zuhur etti. Daha başka birçok şey çıban gibi vicdanımın üstünü kapatmıştı. Bir an içimden derin bir Ah çekip ağlamak geldi. Ona yalvararak bu AN dan sonra daha da dikkatli olacağımı ifade ederek ,
– Ya hû her şeye rağmen benim olsan, benimle kalsan. Deyince, “Olmaz” anlamında başını sallayıp,
– Ben yaratanın sizin üzerindeki nazarıyım. Dedi. Seni izler, uygun olduğunda sinendeki yerime gelir; rabbimin sana uygun gördüğü esma ile can evinde titreşirim. Diye devam etti.
– Ya Hû Her daim benimle olman, benim olman için ne yapmam gerek diye sorunca…,
– Anlattıklarımdan başka asıl olan “Terk etmelisin”. Dedi.
– Neyi? Nasıl? Dedim,
– Önce BEN’İ sonra SEN’i ve her şeyi sahibine bırakıp aradan çekilmen gerek. Dedi

Kafam iyice karışmıştı ki içimdekiler konuşmaya başladı. Zihin “sustur şunu bu bir hayal ürünü oysa gerçek çok acı, dünyada koşulsuz bir sevgi olamaz, merhametten maraz doğar, hoşgörü tavizdir verdikçe hep daha çoğu istenir, acırsan acınacak duruma düşersin. vicdan karın doyurmaz.” Dedi. Ego Bu seni kandırıyor, asıl olan SENSİN, SEN HERŞEYSİN, HERŞEY DE SENSİN” diyerek hakimiyetini hissettirdi, Nefs de, Sen bu hayali şeylere aldanıp da gerçeklerden uzaklaşma, senin gerçeğinse sadece BENİM bana takıl, keyfine bak, fütursuzca yaşamanın tadını çıkar diye telkinler verirken o çok sevgili Huzur’un gitmek için toparlandığını fark ettim. Gitmemesi için yalvar yakar olunca,

– Bu kargaşada, bu kadar gürültüde bana yer yok. Zira ben saf bir inancı, sarsılmaz bir itikadı ve tertemiz NİYETİ ararım. Bunların olduğu yerde bu türden gürültüler, şamatalar ve kargaşalar zaten olmaz. Dedi. Sonra devam etti.
– Ama umutsuz olma, senin sinende daim olarak kalmamı istersen bu sohbetimizi unutma. Ben senden uzakta değilim, ola ki bir gün kesretten vahdete ulaşır da pirinin hissiyatı ile tüm hücrelerinle “LA MEVCUDA İLLALLAH” diyebilir, iyi-kötü, günah-sevap, hayır-şer, illüzyonlarından kurtularak her şeyin “O” “O” nun her şey olduğunu, asılında her şeyin hiçbir şeye tekabül ettiğini ve elde kalanın 0 olduğunu idrak edip, sinene vurarak gerçekten HAYYY zikredebilirsen, o vakit sohbetimize kaldığımız yerden devam edebiliriz, belki de sana Hızır’ın sırrını bile verebilirim dedi.
“O”nun adı HURUZ muş. Meğer HUZUR “O” nun adı imiş. HÛ…ZUHUR…

Yorumlar

  • Hiç yorum bulunamadı. İlk yorum yapan siz olun.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız gösterilmeyecektir. Gerekli alanlar (*) ile işaretlenmiştir.